Saturday, December 31, 2005

Azrail FM

Aslında şu memleketteki ilk radyoculardan biri de benim. Korsan tabi. Zamanında bu özel radyoların bir anda patlama yaptığı devirde bizim de bir radyo maceramız oldu iyi kötü.

Sene 91 miydi neydi, öyle bişeyler. Daha ortaokuldayız, kravatı kafaya ranbo gibi bağlayıp maç yaptığımız yıllar yani. Tabi aynı zamanda manitalara karşı bir uyanışın da başladığı dönemler oluyor bu zamanlar. İşte gizli gizli elden ele dolanan porno dergiler falan filan, şimdi girmiyorum bunlara. Tabi bir şekilde karşı cinse yaklaşmak, kendimizi beğendirmek istiyoruz, bunun için de türlü maymunluklar yapıyoruz. Netice sıfır tabi orası ayrı. Yine böyle bir ara, evi hemen okulun karşısında olan bir arkadaşın evindeki radyo vericisini keşfettik. Antika bir cihaz, ancak 100 metre çapına yayın yapabiliyor. Ölçtük, okul 100 metrede. Sonra tabi hemen ışık yandı bizim kafada, manitalara radyo vasıtasıyla yaklaşacaktık(ulan sanki çok matah bi işte, hemen verecekler gelip duyunca). Neyse işte böylece kurduk radyoyu adını da Azrail Fm koyduk. Amblemini de ben çizdim, bir yuvarlak içinde elinde tırpan bildiğin Azrail sureti. Okulda sıralara duvarlara çiziyoruz, reklam olsun hesabı. Okuldan sonra da gidip veriyoruz ayarı, metalika, Slayer allah ne verdiyse. Tabi fazla uzun sürmedi bu macera. Baktık manitalarda tık yok kapattık radyoyu.

Zaten farkedipte dinleyen oldu mu ondan da emin değilim...

Sunday, December 18, 2005

we are divine

Her ne kadar bir önceki yazıda bahsi geçtiği gibi, şu kısa ömrümde yenilgi üzerine yenilgi almış olsam da; “loserım ben acıyın bana” diye sümsükçe ağlamak, ezik ezik hayatı kabullenmek Conan okuyarak büyümüş, Manowar şarkılarıyla gaza gelmiş birine yakışmaz diye düşünüyorum. Bu yüzden her yenilgiden, her başarısızlıktan, yenen her tokattan sonra ayağa kalkıp tekrar denemek; kaybetsek de bunu mücadelenin anlamını bilmeyen zayıf ruhlar gibi değil, onurlu bir şekilde yapmak, yenilgiyi de zaferi de tatmayı bilmek lazım (bu cümleleri de T. Roosevelt’ten arakladım sanırım).

Buradan da coldplaydir travistir bilumum ağlak grubu dinleyip triplere giren, kaybettiğini kabullenmiş; terkedilince oturup ağlayan genç kardeşlerime sesleniyorum: Yolunuz yol değil. Önce bu ruhunuzu zehirleyen ağlak müziklerden kurtulun, gelin bir Manowar, bir Blind Guardian kasedini takın teybe (ya da mp3e işte ne varsa), damarlarınızda ki savaşçı kanını hissedin hele. Sonra oturun bir düşünün “ne yapıyorum lan ben” diye.

Ağlayan, kabullenen sümsük bir zavallı mı; yoksa sonuna kadar direnen, düşse de ayağa kalkmasını bilen bir yiğit, bir cengaver mi?(burada da Gondor Ordularının önünde at süren Aragornu gözünüzün önüne getiriyosunuz)

Metal Kardeşliği geniştir, affedicidir. Gelin tövbe edin, dönün bu yoldan vakit varken.

“we’ve got the power, we are divine!”

Saturday, December 17, 2005

I’m a loser baby so why don’t you kill me

Şimdi şöyle bir düşününce, 26 küsür yıllık hayatımdaki kayda değer tek başarı ÖYSde 591 puanla çocuğu koyup memleketin güzide üniversitelerinden birine kapağı atmak olmuş. Başka da kayda değer pek bir şey yok...

Ama bu hep böyle değildi, benim de “kazanan” olduğum, geleceğe ümitle baktığım( böyle açık bir gökyüzü altında ufka doğru gülerek bakan bir yüz düşünün) günlerim vardı. Evet, ilkokul yılları. Bütün derslerim pekiyiydi (gerçi herkesin öyle oluyormuş sonradan öğrendim), öğretmenlerimin sevdiği başarılı bir öğrenciydim, sınıf takımında forvet oynuyordum, ortamın kralıydım adeta o yaşta. Ama işte ilkokul öğretmenlerimin ve aile efradının beklentilerinin aksine, anadolu lisesi sınavını kazanamama neticesinde kaydolduğum sıradan devlet ortaokulunda herşey değişti. O küçücük bünyeye tiksinerek giydiğim kravat ve ceket eşliğinde; yağmurlu, gri bir sonbahar sabahında başladığım o okulda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı (aslında yağmurlu muydu değil miydi tam hatırlamıyorum da yazıya kasvet katayım istedim).

Dersler gittikçe kötüleşti, öğretmenler tarafından bırakın sevilmeyi, kim olduğu bile bilinmeyen bir öğrenciydim ve sınıf takımında ki yerim forvetten beke düşmüştü. Bunun nasıl bir duygu olduğunu bayan arkadaşlar bilmez ama her Türk genci içgüdüsel olarak ileri mevkiide görev almak, gol yollarını koklayan hırçın forvet olmak, ve tabi attığı artistik gollerle manitaların aklını almak ister. (Şimdi bu gol atma yeme ilişkisini fallik bir simgelemden yola çıkarak erkeklerin kadını metalaştırması yönünde bir çıkarıma gidecek olan entel arkadaşlarada laflar hazırladım, ileride başka bir yazıda bunlara da değineceğim. Sadece kısa bir özetle “bırakın lan topumuzu ibneler” diyorum)

Elimde belgeleri de var bu değişimin. İki adet vesikalık fotoğraf. Biri ilkokul beşte çekilmiş; pırıl pırıl, sevecen, gülümseyen bir yüz. Adeta mutluluğun resmi. Diğeri bir yıl sonrası, orta birde çekilmiş. Bu bütün okulun sıraya dizilip sabit kırmızı bir fon önünde topluca çekildiği türden. Belli ki fotoğrafçı da yüzlerce öğrencinin sırayla fotoğrafını çekmekten bunalmış, çokta dikkat etmemiş ne çektiğine. Zaten öyle olmasa, hiçbir fotoğrafçı bir insan evladının o durumda resmini çekmez, en azından “evladım git bi yüzünü yıka gel” der. Artık okulun arkasında maç yaparken mi bizi toplayıp getirmişler, yoksa sınıfta güreşirken mi şimdi tam hatırlamıyorum. Ama o ne lan? Kıpkırmızı terli bir surat, kravat bir yanda, ceket bir yanda; şaçlar dağılmış. Sokakta görsen suratına tükürürsün “böyle öğrencilik mi olur lan it” diye. Elimde scanner teknolojisi olmadığından bu belgeleri gösteremiyorum şimdilik.

Daha yazacaklarım var bu kötü zamanlardan. Forvet mevkiini nasıl kaybettim? Manita mevzularında nasıl yerlerde süründüm? Annemlerin son umudu olan fen lisesi sınavlarındaki akılalmaz başarılarım(düz liseye devam ettiğimi hemen belirteyim)? Kötü arkadaş çevremle beraber, okula yeni başlayan bir bebeyi eğlencesine nasıl patakladık ( meğer müdür yardımcısının oğluymuş lan)? Sonra da disiplin kurulunda “vallaha biz değildik hocam ehihi” diye nasıl inkar ettik?...

Pek yakında...

Monday, December 12, 2005

empty words

bugün 13 aralık; chuck schuldiner'ı kaybedişimizin 4.yıldönümü. daha sayfayı açar açmaz böyle depresif bir yazıyla girmek istemezdim ama beni en çok etkilemiş, dinlediğim en yetenekli müzisyenin ardından iyi kötü bir şeyler yazmak istedim.

ben şimdiye dek insanı bu adamın şarkıları kadar acıtan, ruhunu parçalayan bir şey dinlemedim...ama işte "kelimeler boş". toprağı bol olsun...

from rivers of sorrow
to oceans deep with hope
i have travelled them
now, there is no turning back
the limit, the sky
i ask my questions why?
what today?when tomorrow?

sanal alemler

bundan bir kaç yıl önce benim de bir web sitemin olacağını söyleseler "web sitesi dediğiniz ne ola ki lan?" derdim heralde. hatta aynı soruya bir kaç gün öncesine kadar da "de get la" şeklinde bir cevap verebilirdim ama işte bir şekilde gazı aldık, sanal dünyaya girdik. hayırlısı olsun...
 
Related Posts with Thumbnails