Tuesday, September 21, 2010

Onkaplan'la Sanata Seviyesiz Bakış: Kim Ki Duk (ilk 15 dk.sı)


Kankalar, bu sanata seviyesiz bakış bölümünde usta çinli yönetmen Kim ki Duk'un 4 mevsim filmini analiz edicez. Şimdi entel arkadaşlar hemen diyecekler ki "Kim ki Duk'un öyle bi filmi yok, hem çinli değil koreli o". Bir kere ben uzakdoğu halkları arasında ayrımcılığa karşı bir insan olduğum için hepsini Çinli olarak değerlendiriyorum. İkincisi öyle bir filmi yok evet, o filmin adı "ilkbahar, yaz, sonbahar kış sonra gene ilkbahar" diye giden uzun bir şey, ben onu kısaca 4 mevsim olarak kısalttım (kısaca kısalttım evet). Hem böyle daha sanatsal bir isim oldu bence.

Neyse, filme geçelim. Yalnız başlıkta da yazdım, sonradan yanlış anlaşılma olmasın, "vay ben anlamadım, vay ben bilemedim" diye gelenleri kabul etmiyorum. Ben filmin ilk 15 dakikasını izleyip sonra Jason Statham'ın "crank 2"sini izlediğim için sadece bu 15 dakikalık kısmı analiz edicez, daha sonra da crank 2'deki süt manita Amy Smart'ın nasıl taş gibi bir hatun olduğunu irdeleyeceğiz. Zaten skip scanle biraz baktım sonraki bölümlerde de bir şey olmuyo, 15 dk. yeterli bu film için.

Şimdi olay şu; bir tane göl var, gölün üstünde de yüzen bi ev var. Burda da bi şaolin rahibi ile bi tane sabi yaşıyo. Bunlar işte sabah kalkıyorlar namazı filan kıldıktan sonra sandalla karşıya geçiyorlar, ormandan kekik mekik topluyorlar öyle bir hayat. Zaten buraya kadar olan kısım 15 dk. filan tuttuğu için burayı analiz edicez şimdi.

Kankalar, benim bu filmden aklımda kalan soru işareti şu: bu göl üstündeki yüzen evin pis su gideri nereye bağlı? Tuvalet nereye gidiyor yani? Direk suya mı bırakıyorlar? E öyle olsa 1 haftaya kalmaz o berrak mis gibi gölde koca koca tomruklar yüzmeye başlamaz mı? Gölün altından tesisat mı geçiyor, nasıl oluyor?

Bu ilk 15 dk.lık sekans boyunca benim zihnimi bu sorular meşgul etti. Gerekli cevabı filmden alamayacağımı anladığımda da crank 2'yi taktım zaten teybe (teyp dediğim cd işte ya, kafa eski ya ondan oluyo). Jason Statham gene kalbi durmasın diye ordan oraya koşuyor, bir sürü kötü adamı dövüyor filan. Arada da Amy Smart'ı yiyor hipodromun ortasında.

Güzelim kızı da ne ayıkladı bu herif şu crank serisinde be....

Aha işte bu sahneden sonra çok acayip yiyiş oldu kankalar...






Monday, June 14, 2010

Onkaplan'la Sanata Seviyesiz Bakış: Dogville (hatırladığım kadarıyla)


Evet sevgili sanatseverler, bir "sanata seviyesiz bakış"ta daha beraberiz. Bu sefer ki konuğumuz gene sanat sinemasının usta yönetmeni Lars von Trier. Biliyorsunuz, daha önce de büyük ustanın "anti-christ" adlı yapıtını incelemiş ve sonunda Lars von trier'in adam olmadığı, Kerry King'in ise süper bir insan olduğu ve Slayer'ın dünyanın en süper grubu olduğu sonucuna varmıştık.

Peki bu Lars ibnesi gene neden karşımızda derseniz, geçen gün oturdum düşündüm, sanata dair aşka dair bir şeyler yazayım diye. Kafam balon gibi oldu hiçbirşey aklıma gelmedi. Derken yaa dedim, "bi lars von trier vardı ne oldu ona?" Neyse işte zaten bir lars von trier, bir david lynch olmasa sinema üzerine yazacak bir şeyim olmayacak. Bunları da sağolsun epey bir zaman önce entel bir manitam vardı, onun sayesinde izlemiştim. (O değilde şimdi hatırlıyorum, kısa film festivallerine filan gidiyorduk, çaktırmamaya çalışıyordum ama ne büyük eziyetti be kardeşim o? Kısa film çekmek toptan yasaklansa dünya çok daha iyi bir yer olur gibime geliyor)

Neyse, filmimiz dogville. Nicole Kidman oynuyor. Şimdi bu Nicole Kidman bi mekanda ama acayip bir mekan burası. Oraya nasıl düşüyodu orasını hatırlamıyorum ama böyle yeraltında filan, karanlık bir yer. Bir sürü akıl hastası adam var, bunlar yerlere tebeşirlen ev planları filan çizmişler öyle yaşıyorlar. Artık nasıl bir metafor, nasıl bir imge kullanımı orasını bilmiyorum. Eski manitayı arayıp sorsam kesin bilir ama direk soramam şimdi ayıp olur. İki saat "aa sen naapıyosun, nasıl gidiyo" diye diye modern bir giriş yapmak gerekir, uzun iş...

Nicole abla burada takılıyo işte ama ortamın iti kopuğu buna musallat oluyo, taciz maciz ediyollar, hatta tecavüz de ediyorlar mıydı tam hatırlayamadım ama buna baya çektiriyorlar işte. Elleyen mi dersin, değdiren mi dersin çok pis bir mekan. Karılar da dedikodusunu filan yapıyor bunun, "yolluymuş" diye diye... Bi de bunlar deli ya, güya birbirininin ne yaptığını görmüyor ama kabak gibi ortada herşey duvar muvar yok ki la nereye görmüyon!

Sonra şey oluyor, nicole'un babası geliyor taramalıyla tarıyo hepsini öldürüyor. Meğerse herif mafyaymış, "siz benim gızımı nasıl orta malı edersiniz " diye bunları iyice bi tarıyo herkesi. Sonra beraber arabaya atlayıp gidiyorlar galiba, tam net hatırlayamadım neyse.



Halbuki bu filmi ben çeksem nasıl çekerdim kankalar: Şimdi bu gızı bodruma kapatmışlar ya, finalde Van Damme bodruma uçan tekmeyle girerdi, hatta dur motosikletle uçarak girerdi. Sonra bu heriflerde meğerse silah gaçakçısı mıymış neymiş bunlar van
dama bi ateş açıyolar, ama tabi van damme deri pardesünün altından çekiyor pompalıyı (bu esnada hala motor sürüyor) attığını vuruyor, aksiyonlu bir silahlı çatışma sahnesi tamam mı. Van damme bunların yarısını pompalıyla vuruyor, kalan yarısını da uçan tekmeyle filan hallediyor ama en sona bi tane en kötü adam var Nicole Kidman'a sarkıntılık eden. Şey hatta bu, Kana Kan'daki yarma herif (at kuyruklu dazlak kafa vardı ya, aha resmini de koydum aşşağıya).

Sonra bunlar bi kapışıyolar yumruklar tekmeler, kemik sesleri filan derken en son Van damme buna sopayı basıyor, döner tekmeyle final vuruşunu yapıyor, herif gidiyo arka duvardaki kazıklara saplanıyor, ölüyor. Tabi nicole'de van damme'a karşı boş değil, duygusal bir takım sahneler filan derken öpüşüyorlar filim bitiyor.



Böyle olsa sanki daha iyi bir yapıt olabilirmiş gibime geliyor bence. Daha vurucu sahneler var çünkü.

Neyse, sevgili izleyenler, bu filmin analizinin sonuç kısmına gelirsek; bir kere daha gördük ki Lars von trier bu işi bilmiyor, sinemadan anlamıyor. Bir sonraki sanata seviyesiz bakışta görüşmek üzere, sanatla kalın!

Aha işte Van Damme beyle moturla dalacak ki ortama film filme benzesin..

Friday, May 28, 2010

Hello Africa, Hello Malibu

Dr. Alban'ı bilen biliyor, 90'ların başından güzel bir abimizdi. Hatta gene o vakitler doğum günü partilerinde sıklıkla yapılan marley üzerinde ayak kaydırma dansının da mucididir bir yerde. Şimdi tam anlaşılmadı tabi ama neyse...


O zamanlar, ingilizceye de tam hakim olamadığımızdan anlamadığımız yabancı şarkıları kafadan atarak söyleme gibi bir olay var idi. İnternet filan da yok ya, tam bir karanlık çağ, cahiliye devri. İşte misal ninja kaplumbağaların jenerik şarkısını "teenage mutant ninja turtles/ tineyç mutant ninja törtıls/ ivazana har şort!" diye bildim belledim ben. İvazana harşort ney? Meğer "heroes in a half shell" miymiş neymiş orjinali. Ben onu öyle bildim dinledim ama. Neyse, kafa bu kafa yani, bunları yaptık yapmadık değil. Şimdi burdan "binsunturinnarintini aaa" desem inanıyorum ki ekranın öte tarafından siz "yekeke kumo yeke yeke" diyeceksiniz.

Ha bu işin diğer bir yanı da şu, bir süre sonra bu kafadan attığın kısmın gerçek olduğunu sanıyorsun, orjinali de öyle diye biliyorsun. Kafaya yerleşiyor o, gerçeklik oluyor...


İşte hal böyleyken Hello Africa'yı epey uzun süreler "Helo Afrika helo malibu" diye söylemiş olmam normal. Ama, "ulan Afrika nere Malibu nere, bu işin sırrı nedir?" diye yıllarca kafa patlatmam, kendime dünyayı dar etmem normal değil. Meğerse "Hello africa, tel me how'you doin?" miş gerçeği...

Keza gene doktorun müthiş şarkılarından no haşhaş no kokain'i alalım. "No haşhaş no kokain/ no marihuana no vitamin". Ya arkadaş; haşhaşa no tamam kokaine no ona da tamam, çok büyük günahı var. Marihuana da keza illegal; bunların hepsi gençliğimizi zehirleyen ayıpçı maddeler tamam da; vitamine niye karşıyız bunu düşünmekle geçti çocukluğum (ve sonraki bir çok yıl). Adam da doktor vardır bir bildiği diye vitaminlerle arama mesafe koydum yıllarca. Meğer no emfetaminmiş lan o da.

Bana bu kaybolan yıllarımın hesabını kim verecek?


Ne güzel abimizdin sen Dr. Alban...

Sunday, May 16, 2010

Rainbow in the Dark: Holy Dio

Heavy metalin peygamberi Hz. Dio'yu ne yazık ki kaybettik. Sabah bursaspor'un şampiyonluğuna sevinirken öğrendim, dünyam başıma yıkıldı...

Toprağı bol olsun, bütün rakınrol çocuklarının başı sağolsun...

Wednesday, March 17, 2010

Onkaplan'la Sanata Seviyesiz Bakış: Bienal

Evet, Samsunsporlular Çayocağı sponsorluğunda gerçekleştirdiğimiz yazı dizimizin bir bölümünde daha karşınızdayız. Çoğul konuşuyorum zira şu an sponsorumuzun mekanında arkadaşlarlayız, oradan yazıyorum. Bir yandan jokey tv.den altılıyı izleyip bir yandan da sanat üzerine olan sohbetimize devam ediyoruz burada...

Samsunsporlular Çayocağı gerçekten derin tartışmaların yaşandığı, fikirlerin havada uçuştuğu, sanatla sepetle dopdolu bir mekan. Kızlar bence buraya mutlaka uğramalısınız. Kah film gösterimleri, kah şiir dinletileri sanatın her türüyle içiçeyiz.
Kahvenin köşesinde duvara monte sehpa üzerinde duran 37 ekran tv.mizle sinemaya adanmış bir avuç yüreğiz burada. En son mesela "american ninja" gecesi yaptık, o muhteşem filmleri seri halinde izleyip tekrar yad ettik, bir sonraki gösterim ise bağımsız sinemanın büyük ustası van damme filmleri üzerine olacak.

Neyse, bu kısa sinema arasından sonra asıl konumuza gelelim: bienal. biliyorsunuz, bienal ortamları sanat dünyasının şahı ortamlar. Enstalasyonlar olsun, performanslar olsun anlamadığım bir sürü iş oluyor bienalde. Açıkçası biz kahve olarak, ankaragüçlü arkadaşlarla ortak bir bienale katımayı ve sanatsal meşe odunlarına dayalı bir performans sergilemeyi çok düşündük , çok istedik ama Gecekonduyla aramızda büyük fikir ayrılıkları oldu, sanata ve sanatçıya bakışımız çok farklı, o yüzden olmadı o iş. Nasip değilmiş...

Onun dışında da işim olmaz bienalle. Bir ara karı kız vardır diye gitmeye niyetlenen arkadaşlar oldu kahveden, bunlar bir gidip geldiler ki zombi gibi olmuşlar, dünyaları kaymış... Hemen videoya bir konusuz aksiyon filmi taktık da kendilerine geldiler biraz vurdu kırdıyı görünce.

Neyse, bienal ortamı da böyle işte; zaten sanatçı kızdan korkacan aga, ne yapsan başka anlıyor, "farklı okumalar" diyor, "altmetin" diyor...
Anlamadım ki altmetin ney? lostun altyazısı var pınar batum yazıyo onu mu diyor nedir anlamadım ki?



Yaktın bizim kuponu Mohawkbey!

Monday, February 22, 2010

Yeşilbarış Ortamları

Greenpeace'de bir arkadaş var, işte bunlar yıllardır gidiyorlar köprülerde fabrikalarda filan eylemler yapıyorlar, kendilerini zincirliyorlar filan. İşte trafiği tıka elektriği kes, memleket sanayisine engel ol bu gibi işler...

Geçenlerde ortak üye olduğumuz bir listeye mail atmış, işte falanca yerde greenpeace filmi gösterimi+kokteyli var, destek olalım, yeryüzünü koruyalım filan diye. Tabi kokteyl ortamı beleş içki ortamı demek; bu yeşilci hippici gençlik de beleş alkolü buldu mu duramaz içtikçe sapıtır, hatta b
akarsın çevre düşmanı çok uluslu şirketleri protesto edelim derken bir "soyunma eylemi" filan olur, geri kalmayayım diye gittim filme. Neticede biz de doğa sporlarına gönül vermiş, yıllarca dağın kayanın tozunu yutmuş insanız; yeşili doğayı korumak en birinci vazifemiz. Gerekirse soyunurum da emperyalist çevre düşmanlarına gereken dersi vermek için.

Yalnız filmi atlayıp direk kokteyle gideyim derken geç kaldım biraz, bir gittim ki her yer boş şişe dolu, içki miçki kalmamış. Millet masalara kurulmuş geyiği harlıyor. İşte enteli, paçozu, jonglörü Ankara da ne kadar işe yaramaz adam varsa gelmiş. Vay dedim ya, yeşilbarış filan ama herifler de yarım saatte bir dünya içkiyi tüketmişer, bu ne açgözlülük bu ne kendini bilmezlik arkadaş...

Neyse kankalar, gittim bu benim arkadaşı buldum; oğlum dedim "hani kızlar nerede? S
iz bizi mi yiyorsunuz yıllardır yeşil barış diye?" "Abi" dedi," işte ortamımız bu, kız pek yok, olanlar da gitti zaten" Ya böyle bir yeşilcilik olabilir mi? Nerde çiçek çocuklar nerde cinsel özgürlük?

Yalnız bir şey daha var; bakıyorum bu arkadaşlar hep etnik gutnik kıyafetler içinde, böyle saçlar rasta küpeler hızmalar diz boyu. Ya siz yeri geldi mi polisle güvenlik görevlisiyle çatışan adamlarsınız, biraz şöyle ona göre şekillensenize. Ne bileyim ben greenpeace'in CEOsu olsam herkesi aikido kursuna yollarım; küpeyi hızmayı yasaklarım (kavgada dert olur biliyor musun, adam asılsa çekse o küpeden).

Tabi buradan da atıp tutması kolay, şimdi greenpeaceli arkadaşlar deseler ki "biz bu işe gönül koyduk bir mücadele veriyoruz sen ordan tırıvırı konuşuyorsun" diye, ona bir şey diyemem, haklı adamlar...

arkadaki abiye dikkat; avını kesen kaplangibi yatmış pusuya, çakal seni...



Monday, January 18, 2010

Partilere Akar Oldum, Tenhalarda Yalan Oldum...

Geçenlerde bir partiye gittim. Gittik yani, çakalı çukalı toplandık gittik. Biliyosunuz Samsunsporlular Çayocağı olarak böyle karambollü ortamların adamlarıyız, çakallar puslu havayı sever hesabı. Parti de bu seksenler partilerinin bi versiyonu ama zaman aralığı geniş, bir de kıyafet mıyafet yapıyosun eskiye dair, geçmişe dair, nostaljik bi tad oluyor.

Ben de dedim madem doksanların çocuğuyuz doksanların metalcisi, thrashçisi kılığıyla gideyim. Zaten yabancısı değilim dar kot pantolon, slayer tişörtü, deri ceket, beyaz spor ayakkabı hepsi var. Var da işte saç yok. Öğrencilikte lepiska gibi belimde olan saçlar yerine üç numara katil modeli var şimdi. O da bir çeşit isyan tabi, hayata karşı, sisteme karşı, düzene karşı (külliyen yalan, askerde farkettim çok rahat oluyo).

Neyse işte peruk meruk da bulamayınca yattı o kılık, naapalım needelim derken partiye iştirak eden kankalardan biri dedi ki "abi madem van damme dansı yapıcaz, van damme kılığında gidelim". Bu "van damme dansı" olayı bir şekilde üzerimize yapıştı zaten, bizden başka da bu dansı yapan eden kalmadı. Anadolunun kaybolan küçük el sanatlarının son temsilcileri gibi olduk.

Ulan süper fikir dedik, uygulama da kolay. siyah atlet, pileli kumaş pantalon tamam. Atletleri çektik üçlü kombo şeklinde gerçek kırolar gibi gittik partiye. Millet tabi vermiş kendini 70lere, herkes çiçek çocuk kılığında. Bu entel milleti böyle kankalar, hippilik mippilik diyince akılları gidiyo. Çiçekli batikli tişörtü giy yalayamayacağın manita yok o alemde. Neyse, biz de
pileli kumaş pantolon ve siyah atletlerimizle, tıpkı Van damme'ın "kana kan" adlı muhteşem filmindeki dans sahnesinde giydiği kıyafetlerle yani; gerçek anlamda seksenlerden fırlamış kamyoncular gibi, kırolar gibi girdik mekana.

aha aynı böyle giyindik gittik işte... muhteşem stil, muhteşem dans...

Kıyafet partisinde kıro rolünde olmanın, maganda olmanın (ne kadarı rol o da tartışılır ya) en güzel tarafı ne biliyor musunuz. Bütün manitalara yanaşıp laf atabiliyorsun, karşılığında da kıkırdıyorlar, gülüşüyorlar. "Boş musun bebek!", "gazozuna ilaç atayım mı yavrumm" diye diye sarkmadığım hatun kalmadı. Normalde yapsam var ya kafaya çantayı biber gazını yerim. Ama işte karambollü alkollü ortamlar böyle. Yalnız bu kıroluk çok güzel iş, derdin tasan yok, kafana göre takılıyorsun. Keşke bu zincirleri kırabilsek de, günlük hayatımızda da yaşayabilsek bu özgürlük yolunu...

Neyse, muhteşem dans şovuyla entellerin nasıl aklını aldık, partinin nasıl yıldızı olduk onu da başka bir sefere anlatayım, hatta birileri videoya filan çektiydi bulursam koyarım buralara.

Van damme dansını orjinalinden, ustasından izlemek isteyenler de şöyle buyursunlar: http://www.youtube.com/watch?v=CE8XKeN0zk4

 
Related Posts with Thumbnails